Cumartesi, Ekim 29, 2011

Eski



Yaza yaza elleri üşümüştü artık oturduğu bankta. Güneş batarken sahile gelmek nereden esmişti aklına? Yıllardır çekmecesinin bir köşesinde duran, en son on iki yaşındayken yeni ayakkabılarını yazdığı sarı yapraklı ajandasını da almıştı eline aceleyle ayakkabılıktan aldığı biraz tozlanmış siyah ayakkabısını kapının önüne koyarken. Baba yadigarı dolmakalemini de almayı unutmamıştı. Denizle hemen hemen aynı rengi almış gözlerini ufukta gezdirirken kaşlarını biraz çatmış ve derin bir nefes almıştı.

Neden yazdığını da bilmiyordu. Eskiye dair ne varsa canlanmıştı bugün gözlerinin önünde. Sanki dalgaların sesleri ve rüzgarın uğultusu anılardaki insanların seslerini taklit ediyordu. Önce okumuştu yazmaya başlamadan, on iki yaşındayken haziranın üçünde yazdığı son yazıyı.Mutluluktan başka bir şey göze çarpmıyordu. O tarihte onu üzen tek şey başka bir çocuğunda aynı ayakkabıdan almış olmasıydı. Mürekkep kalemiyle yazmaya çalışmıştı ama hep akmıştı mürekkep sayfanın bazı yerlerine.
Üzerindeki her şey şimdiye aitken neden eskinin sahiplenmiş olduğu kalemi, ajandası ve düşünceleri gelip yerleşmişti bugün aklına?

Şimdi elinde baba yadigarı kalemiyle ara ara denize ve batan güneşe bakarak yazıyordu. Tuhaftı. Keşke bugün de onu üzen tek şey onunla aynı ayakkabıyı giyen biri olsaydı. Ellerinin titremesine, yüreğinin acımasına sebep olacak kadar canını yakan bir şey olacağını beklemezdi on iki yaşında son yazdığı gece ajandasını yastığının altına koyarken.

Düşüncelerini kovmaya çalıştı. Ajandasının arasına kalemi koydu ve gözlerini ufuktan ayırmadan ajandasını hafifçe kapattı. Arasına kalemini koyması bundan sonra hep yazacağı anlamına geliyordu. Doğruldu, soğuktan uyuşmuş ayaklarının üzerine bastı. Daha dün yeni aldığı şalını omzuna attı saçları uçuşurken, elindeki ve aklındaki eskileriyle aslında hiç eskimeyenleriyle uzaklaştı yavaş yavaş sahilden, kalabalığa doğru öylece yürüdü ve gitti...


                                           22.34 28.10.2011



Radikal Genç'te yayımlanmıştır.



Cuma, Ekim 21, 2011

Adı Yok






"Beklemek… Ne zor bir kelime… Olur ya elin gider kâğıda, kaleme. Yazamazsın. Yazarsın, kendine bile okuyamazsın. Özlemekten utandığın oluyor mu? Bu ne biçim yangın dediğin? Gözümü kapasam da bir gün daha geçse dediğin mesela?"
                                                    
                                                                  Adı Yok, Sayı 58, Güz

Editörün emeği, üstteki metinde olduğu gibi...Rastgele açtığım her sayfada ne kadar da kendimi buluyorum.
Kaçırmayın derim...

Perşembe, Ekim 06, 2011

Düşünmeli



Konuşmamak, düşünmemek gerekiyor sürekli gelecek hakkında.
Sonuçlarını bilmediğiniz bir konu üzerine ihtimalleri konuşturmak çoğu zaman iyi sonuçlar vermiyor.
Bırakmak gerekiyor bazen bir şeyleri akışına, görmek istemeyeceğiniz şeyleri göremiyor gözleriniz.Görmek istediklerinize programlanmış bir şekilde çalışıyor iç dünyanızda.
"Bazen de insan gözüyle görülemeyen şeyler vardır hayatta." O, her şeyi koymuştur yoluna...
Böyle düşününce nasıl da rahat nefes alıyor insan, huzur hissediyor biraz da...

Pazar, Ekim 02, 2011

Bir Parça Mutluluk




Göz alabildiğine sarılığıyla göz kamaştırıcı bir tarlanın içinde uzun yıllar yaşamış o çınar ağacının altında otururken gün batımını seyrediyorum. Yüzümde huzurun oluşturabileceği tüm ifadelerle bakıyorum ufuktaki maviliğe karışmış o kızıllığa... Ayın dolunay hali bugün, belirmeye başladı, güneş kendini çekmeye başladığı vakitten beri ufuktan. Su sesi geliyor kulağıma. Çevreme bakıyorum, sadece biçilmeyi bekleyen ve sonsuz gibi görünen bir buğday yığını. İçinde kalemimin, defterimin, kitabımın ve bir peçete parçasının içine koyduğum ve sıkıca sardığım umut kırıntılarının bulunduğu gece mavisi çantamı alıyorum. Bunların içerisine karışmış yaşanmışlıklarla beraber yaşanamamışlıkları da. Yanımdan hiç ayırmadığım bu çantamın küçük, gizlenmeye çalışılmış bölmesine düşüncelerimi de koyduktan sonra doğrulup ayağa kalkıyorum birden. Çantamı daha nice yükler taşıdığım sırtıma alıyorum. Yeniden bir su sesi duyuyorum. Geri geri giderken adımlarım; vücudum ve gözlerim muhteşem kızıllığa bakmaktan ayaklarımın gittiği yöne doğru çeviremiyor kendini. Gülümsüyorum yüzümü boyayan bu harikaya, ay iyiden iyiye kendini sergilemek için yol katederken...

Bedenimi ve gözlerimi de ayaklarıma emanet edip çeviriyorum geriye doğru onları. Arkamda bırakıyorum güneşi, sırtımda yanımdan ayıramadıklarım, taşımaya mahkum olduklarım ama şikayetçi olamadıklarım... Şükrederken, koşmaya başlıyorum. Ayaklarımın nereye götürdüğünü bilmesem de attığım her adımda kulağıma gelen su sesinin artacağını biliyorum. Ferahlık istiyorum, deniz hayal ediyorum. Dalgalarının üzerinde ayın zamanla yarışan ışığını ve alacakaranlığı... Koşuyorum sonsuz sarılığın içerisinde... Yanımda, karşımda, sağımda ve solumda ara ara insan silüetleriyle karşılaşırken. Varla yok arası o insanlara dikkat etmeden hızımı iyice artırarak koşuyorum. Ne dokunsam tutabileceğim ne de anlatsa dinleyebileceğim bir insanla karşılaşıyorum. Kulağımdaki su sesi iyice şiddetleniyor ve ben onu aramaktan biraz yorulmuşken hala koşuyorum çıkamayacağımı sandığım o tarlanın içinde, çantamın biraz daha ve biraz daha ağırlaştığını hissediyorken.

Yoluma, boyumu geçen buğdayları ellerimle açarak ve ezerek devam ediyorum. Kurduğum deniz hayali gitmiyor gözlerimin önünden. Birden kulağımdaki su sesinin yakınlaştığını hissediyorum. Sanki yakınlarda bir yerde bir nehir denize dökülüyor... Güneş artık batmışken, gün geceye yüz tutmuşken buluyorum onu. Yavaşlıyorum yolum taşlaşmış, kurtulmayı arzuladığım tarlanın sonuna gelmişken. Uzunluğuna gözümün bakmaya yetmediği bir akarsu ile karşılaşıyorum kalp atışlarımı kulaklarımda duyarken. Uçsuz bucaksız bu akarsunun yanına doğru yorgun adımlarla yürürken hayalimin gerçekleşmediğini düşünerek başımı yere eğiyorum. Tekrar kaldırdığımda başımı, çantamı yere atıyorum umutsuzluğun verdiği yüz ifadesiyle… Ve bir insan görüyorum. Yol boyunca karşılaştığım varla yok arası insanlardan farklı. Uzun yoldan gelmiş ve buraları biliyormuş gibi adımlarını sağlam basarak yürüyor bana doğru. Önce güvenin üzerine kabuk bağlamış korkuyu hissediyorum. Ama sanki bana doğru attığı her adımda kabuğu çatlatıyor bu gerçek ve güvene doğru yol alıyor. Gülümsüyor bana alacakaranlıkta ve ay sergiliyor ışığını yukarıdan. Çantamı alıyor ve peçetemin içine büyük bir parça mutluluk sarıyor. Çantamı tekrar sırtıma alabilmem için kendi elleriyle kaldırıyor ve yüklüyor sırtıma. Akarsuyun kıyısında yavaş adımlarla yürümeye başlıyoruz hiçbir şey söylemeden. Bu kez nereye gittiğimi hissediyorum. Sanki tanımadığım bu insanın elleri değmişken daha kolay taşıyorum çantamı. Baskın bir duygu hissediyorum o insanla O'na doğru giderken içimi saran ferahlıkla. Bakıyorum ileri doğru… Sonu gözükmeyen akarsuyun kıyısında biz yürürken, "Mutluyum..." diyorum. Çok uzun zamandır hissetmediğim bu duyguyu içimde, iliklerimde hissederken ve yol uzunken...

                                                            01.10.2011 01:51